1. Giriş ve Savaşın Genel Çerçevesi I. Dünya Savaşı’nın Mezopotamya Cephesi 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı, yalnızca Avrupa’nın değil; Asya, Afrika ve Orta Doğu’nun da kaderini belirleyen küresel bir çatışmaydı. Osmanlı Devleti, Almanya ile müttefik olarak savaşa katıldığında, dört bir yanda cepheler açıldı. Bu cephelerden biri de, tarih boyunca büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış Mezopotamya’ydı. Mezopotamya Cephesi, modern Irak toprakları üzerinde, özellikle Bağdat-Kut-Basra hattında gelişen büyük bir mücadele sahasıydı. İngiltere, bölgeyi kontrol altına almak, petrol kaynaklarına ulaşmak ve Hindistan’a giden kara ve deniz yollarını güvence altına almak amacıyla bu cepheye yoğunlaştı. İngilizlerin Mezopotamya’da Ne Aradığı İngiltere’nin bu bölgedeki hedefleri çok katmanlıydı: ● Stratejik ulaşım yolları: Basra Körfezi’nden başlayan ve Hindistan’a kadar uzanan ticaret ve askeri hatların güvenliği. ● Enerji kaynakları: Kerkük-Musul hattındaki petrol rezervlerinin kontrolü. ● Arap vilayetlerinin koparılması: Osmanlı’nın Arap topraklarını parçalayarak bölgede kalıcı sömürge düzeni kurmak. ● Sykes-Picot Anlaşması çerçevesinde bölgeyi Fransa ve Rusya’yla paylaşma arzusu. ● Halifelik kurumunu zayıflatmak ve Müslüman dünya üzerindeki Osmanlı etkisini ortadan kaldırmak. Osmanlı’nın Bu Bölgede Neyi Savunduğu Osmanlı Devleti için Mezopotamya: ● İslam Halifeliği’nin merkeziyle bağ kuran bir hattı. Bu hat çökerse, Arap topraklarında İngiliz destekli isyanların önü açılacaktı. ● Devletin güney güvenlik duvarıydı. Bu bölgenin kaybı, Basra Körfezi’nden Anadolu’ya kadar düşmanın uzanabileceği bir kapı anlamına geliyordu. ● Türk-İslam dünyasının onuru burada savunuluyordu. İngilizler, sadece toprak değil; ruhani otoriteyi de hedef alıyordu. 2. Mezopotamya’nın Jeopolitik Önemi Petrol, Ulaşım, Hilafet ve Hindistan Hattı Mezopotamya, tarihin en eski medeniyetlerinden bu yana stratejik değeri yüksek bir coğrafya olmuştur. Ancak 20. yüzyılın başlarında bu önem daha da belirgin hale gelmişti. Çünkü: ● Petrol rezervleri, artık savaşların kaderini belirliyordu. Özellikle Kerkük ve Musul çevresi, zengin yer altı kaynaklarıyla İngiltere ve Almanya gibi büyük güçlerin iştahını kabartıyordu. ● Basra Körfezi, İngiltere için Hindistan’a giden yolun giriş kapısıydı. Mezopotamya hattı, bu sömürge imparatorluğunun can damarıydı. ● İslam dünyasında liderliği elinde tutan Osmanlı Halifeliği, özellikle Hindistan’daki milyonlarca Müslümanın gönlünde meşru otoriteydi. İngiltere, bu bağı kesmek istiyordu. ● Mezopotamya’yı kontrol etmek demek; sadece toprak değil, İslam âleminin kalbiyle Batı arasına set çekmek demekti. Bu stratejik yapı, Mezopotamya Cephesi’ni bir savaş alanı olmaktan çıkarıp bir medeniyet kavgasına dönüştürdü. Sykes-Picot Anlaşması ve Sonrası Mezopotamya’daki İngiliz saldırganlığının ardındaki gerçek planlardan biri de 1916’da imzalanan Sykes-Picot Anlaşmasıydı. İngiliz diplomat Mark Sykes ile Fransız mevkidaşı François Georges-Picot arasında yapılan bu gizli antlaşma, Osmanlı topraklarının savaş sonrası nasıl parçalanacağını planlıyordu. ● Irak ve Filistin İngilizlere, ● Suriye ve Lübnan Fransızlara, ● Doğu Anadolu ise Ruslara bırakılacaktı. Bu anlaşma, Türk milletinin bilgisi dışında yapılan en büyük ihanet pazarlıklarından biriydi. Ve İngilizlerin Mezopotamya Cephesi’ndeki işgal hamlesi, bu planın ilk adımıydı. Ancak İngilizler bir şeyi hesaba katmamıştı: Türk askeri sadece toprak değil; töresini, imanını ve istikbalini savunuyordu. 3. Osmanlı – İngiltere – Rusya Üçgeni Rusya-İngiltere İttifakı: Türk Devletinin Kıskaca Alınışı I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti, üç büyük cephede aynı anda savaşmak zorunda kaldı: Batı’da İngilizlerle, doğuda Ruslarla, güneyde ise Arap isyanları ve İngiliz destekli saldırılarla. İngiltere ve Rusya, savaşın başından itibaren Osmanlı’yı paylaşma planları kuruyordu. 1915-1916 arasında yapılan diplomatik görüşmeler ve askeri hareketlilik, bu ittifakın sahaya indiğini açıkça gösterdi: ● İngilizler, Mezopotamya Cephesi’ni açtı, ● Ruslar ise Doğu Anadolu’ya ilerledi, ● Her iki güç de, Osmanlı’nın iç dengelerini bozmak için etnik ve mezhepsel fay hatlarını kullanmaya başladı. Kürt Aşiretlerinin Ruslarla İlişkisi ve İhaneti Ruslar, özellikle Doğu Anadolu’da yaşayan bazı Kürt aşiretlerine, Osmanlı’ya karşı ayaklanmaları için özerklik, toprak ve iktidar vaat etti. Bu süreçte aşağıdaki aşiretler Ruslarla iş birliği yaparak, cephe gerisinde Osmanlı askerine saldırdı, casusluk yaptı, ikmal yollarını sabote etti: ● Haydaranlılar (Van) ● Şemdinanlılar (Hakkâri) ● Sürmecîler (Bitlis) ● Jirki ve Herki Aşiretleri (Şırnak-Hakkâri hattı) ● Berzenci ve Mukriyan Kürtleri (Irak-İran hattı) ● Zilkanlılar (Musul çevresi) Rusların Kürtlere Vaatleri Neydi? ● “Savaş sonrası size özerk yönetim verilecek,” ● “Ermenilere karşı koruma sözü verin, sizi destekleyelim,” ● “Osmanlı’nın çöküşüyle, kendi bölgesel yönetiminizi kurabileceksiniz.” Bu vaatler, birçok Kürt aşiret liderinin iştahını kabarttı. Sonuçta: Türk askeri cephede can verirken, arkasında hançer taşıyanlar da çoğaldı. Ancak bazı aşiretler bu iş birliğinden çekildi veya tarafsız kaldı. Yine de bu ihaneti tarih kaydetti. Tarih affetmez; Türk Milleti hiç affetmez. 4. Kutü’l-Amâre’ye Giden Süreç General Townshend’in Planı: “Bağdat’a Yürüyüş” 1915 sonlarında İngilizler, Hindistan’daki sömürge ordularını Mezopotamya’ya sevk ederek büyük bir işgal planı başlattı. Bu planın merkezinde General Charles Vere Ferrers Townshend vardı. Townshend’in amacı, Basra’dan yola çıkarak Bağdat’a ulaşmak ve böylece İngiltere’nin bölgedeki hâkimiyetini kalıcı kılmaktı. İlk etapta bazı başarılar kazanan İngiliz birlikleri, özellikle Kurna, Amara ve Nasıriye gibi bölgeleri hızla işgal etti. Fakat Osmanlı, geri çekilme taktiğiyle İngilizleri içlere çekti. Selman-ı Pak Muharebesi: İngiliz Gücünün İlk Kırıldığı Yer 1915’in son aylarında Bağdat’a 30 km kala gerçekleşen Selman-ı Pak Muharebesi, İngilizlerin moralini sarstı. Türk birlikleri, Mehmet Nâzım Bey komutasında kahramanca direndi. Bu direniş, İngiliz ordusunun hem ilerlemesini durdurdu hem de ilk büyük kaybını yaşamasına neden oldu. Bu muharebe, İngilizler için bir dönüm noktası oldu. Zira daha önce kolay zaferlerle ilerleyen Townshend’in karşısında artık akıllı, organize ve töreye bağlı bir ordu vardı. Townshend’in Kut’a Sıkışması Selman-ı Pak’taki başarısızlığın ardından General Townshend, birliklerini Tigris Nehri kıyısındaki küçük bir kasaba olan Kut’a çekti. Stratejik açıdan savunulabilir gibi görünen Kut, aslında dışarıyla bağlantısı kesildiğinde ölümcül bir tuzağa dönüşecekti. Townshend, burada savunma yapabileceğini ve takviye kuvvetlerle çıkış gerçekleştirebileceğini düşünüyordu. Ancak hesaba katmadığı iki büyük unsur vardı: ● Halil Kut Paşa’nın askeri zekâsı, ● Ve Türk askerinin direnç ve sabrı. İşte Kut kuşatması böyle başladı. Bir İngiliz tümeni, Mezopotamya’nın kalbinde, Türk askerinin kuşatması altında mahsur kalacaktı. 5. Kuşatma ve Türk Direnişi 147 Günlük Tarihi Kuşatma 7 Aralık 1915’te başlayan ve 29 Nisan 1916’ya kadar süren Kutü’l-Amâre kuşatması, tam 147 gün boyunca sürdü. Bu, yalnızca Osmanlı tarihinde değil; dünya savaş tarihindeki en uzun kuşatmalardan biri olarak kayıtlara geçti. General Townshend komutasındaki yaklaşık 13.000 İngiliz askeri, Mezopotamya’nın orta bölgesindeki Kut kasabasında Osmanlı ordusu tarafından kuşatıldı. Bu birliklerin büyük bölümü Hindistan’dan getirilmiş sömürge askerleriydi; İngilizlerin gözü ise hâlâ Bağdat’taydı. Ama karşılarında, yalnızca bir ordu değil; iman, töre ve sabrın timsali olan Türk askeri vardı. Halil Kut Paşa’nın Stratejisi ve Sabır Savaşı Halil Paşa, Osmanlı’nın en yetenekli komutanlarından biriydi. Kuşatma boyunca: ● Doğrudan saldırı yerine çember stratejisi uyguladı. ● İngiliz birliklerinin dışarıyla bağlantısını kesti. ● İkmal yollarını sabote etti, nehir trafiğini kontrol altına aldı. ● Her geçen gün İngiliz birliklerinin morali, sağlığı ve mühimmatı tükenmeye başladı. Halil Paşa’nın uyguladığı bu kuşatma taktiği, adeta bir satranç ustalığıyla yürütüldü. Gün geçtikçe kuşatılanların sabrı, kuşatanların azmiyle yenildi. İngiliz Yardım Kuvvetleri: Bozguna Uğrayan Umutlar İngiltere, Kut’taki birliklerini kurtarmak için defalarca yardım kuvveti göndermeye çalıştı: 1. General Aylmer komutasındaki ilk birlik, Şeyh Saad ve Vadi Muharebelerinde bozguna uğradı. 2. Hanna Muharebesi’nde İngilizler ağır kayıplar verdi. 3. Felahiye ve Sabis gibi bölgelerde yeni çıkarma denemeleri başarısız oldu. 4. Nehirden yapılmak istenen yardım sevkiyatları Osmanlı topçusu tarafından yok edildi. İngilizler yardım edemedikçe Townshend’in umudu tükendi, askerler arasında hastalık yayıldı, açlık dayanılmaz hâle geldi. Sonuç kaçınılmazdı: Teslimiyet. Sonuç: Direnişin Zaferle Taçlandığı An 147 günün sonunda, 29 Nisan 1916’da General Townshend teslim bayrağını çekti. Türk ordusu, sadece bir tümeni esir almamış; İngiliz emperyalizminin itibarını da teslim almıştı. Bu zafer, Osmanlı tarihinin en şanlı savunmalarından biri olarak kayıtlara geçti. Halil Paşa’nın ifadesiyle: “Sadece İngiliz ordusunu değil; İngiltere’nin dünya üzerindeki itibarını da esir aldık.” 6. Halil Kut Paşa – General Townshend Karşılaştırması Eğitim, Zekâ ve İrade: İki Komutan, İki Medeniyet Kutü’l-Amâre’de karşı karşıya gelen iki komutanın mücadelesi, sadece bir askeri hesaplaşma değil; iki ayrı medeniyetin, ahlakın ve karakterin çarpışmasıydı. ● Halil Kut Paşa, Harbiye mezunu, Balkanlar’da, İran’da, Kafkasya’da görev yapmış; sahada yoğrulmuş bir Türk komutanıydı. ● General Charles Townshend ise İngiliz Kraliyet Akademisi’nde yetişmiş, Hindistan ve Sudan’da görev almış, aristokrat kibriyle tanınan bir isimdi. Ancak savaş, rütbeyi değil; yüreği, sabrı ve taktik aklı ödüllendirdi. Sahadaki Fark: Sabır ile Kibir Arasındaki Sınır Halil Kut Paşa: ● Kut kuşatmasını, doğrudan taarruz yerine sabırla, kuşatma taktiğiyle yürüttü. ● Askerlerine moral verdi, ikmal yollarını sabote etti. ● İngilizleri açlığa, çaresizliğe ve sonunda teslimiyete mahkûm etti. Townshend ise: ● Kut’a sıkıştıktan sonra gerçeklikle bağını kopardı. ● Yardım kuvvetlerinin başarısız olmasına rağmen teslim olmamakta direndi. ● Sonunda çaresizlik içinde Halil Paşa’ya mektuplar yazdı, teslimiyet şartları istedi. Teslimiyet Sonrası: Townshend’in Utanç Yılları General Townshend teslim olduktan sonra, Osmanlı tarafından esir alındı. Ancak Halil Paşa, onun esaretine şerefli muamele yapılmasını sağladı, hatta İstanbul’da Boğaz kıyısında nezaket içinde tutulmasına izin verdi. Fakat bu tavır, İngiltere’de “hainlik” olarak algılandı. ● İngiliz gazeteleri onu “şatafatlı esaretin generali” olarak aşağıladı. ● Parlamento’da, “Bir İngiliz general, Türklerle dostluk kuramaz!” denilerek lanetlendi. ● Dönemin İngiliz halkı için Townshend, “Kut utancının adamı” olarak anıldı. Onun aksine, Halil Paşa bu zaferle Osmanlı tarihine geçti. Halil Kut Paşa ve Enver Paşa İlişkisi Halil Kut Paşa, ünlü Osmanlı Harbiye Nazırı ve İttihatçı lider Enver Paşa’nın teyzesinin oğludur. Bu akrabalık, sadece kan bağı değil; inanç ve dava kardeşliği ile de pekişmişti. ● İkisinin de hedefi: Türk milletinin onurunu ve topraklarını savunmak. ● İkisinin de ortak yönü: Emperyalizme karşı dimdik durmaları. Halil Paşa, Kut’ta İngilizleri bozguna uğratırken, Enver Paşa da Türkistan’da Turan idealini savunuyordu. İki paşa da, milletin kaderine yön veren iradelerdendi. Sonuç: Asil Ruh ile Acz İçindeki Kibir Arasındaki Uçurum Halil Kut Paşa ve Charles Townshend, aynı savaşta, aynı dönemde karşı karşıya geldiler. Ama biri tarihe zaferin adı olarak geçti, diğeri utancın simgesi oldu. Halil Paşa töreyle yürüdü; Townshend çıkar hesabıyla yenildi. Ve tarih, yalnızca kazananı değil; nasıl kazandığını da kaydetti. 7. Hintli Askerlerin Rolü: Hilafetle Vicdan Arasında İngilizlerin Sömürge Ordusu Politikası: Kullan-at Mantığı İngiltere, dünya tarihinin en büyük sömürge imparatorluğunu kurarken, en çok savaştırdığı insanlar kendi tebaasıydı. Kutü’l-Amâre Cephesi’nde savaşan İngiliz ordusunun büyük bölümü, Hindistan’dan toplanan sömürge askerlerinden oluşuyordu. ● Punjablılar, Gurkalar, Bengal Müslümanları ve Sih askerler... ● Askerî eğitim verilip, cepheye sürülen binlerce sömürge askeri... ● Ama ne canları ne inançları ne de bağlılıkları umursandı. İngiliz komutanları için Hintli askerler, “harcanabilir insan kaynağıydı.” Açlıkla, hastalıkla, ölümle boğuşan bu askerlerin büyük kısmı savaşın sonunda ya öldü, ya da esaret sonrası cezalandırıldı. Hilafete Sadakat: Müslüman Askerlerin Vicdan Krizi Osmanlı Halifesi, 1914’te cihad-ı ekber ilan ettiğinde, Hindistan’daki Müslüman askerler büyük bir ikilem yaşadı: Bir yanda onları zorla savaşa süren İngiliz subayları, Diğer yanda hilafet makamı olan Osmanlı Sultanı... Kut cephesine gönderilen bu Müslüman askerlerin önemli bir kısmı: ● Osmanlı’ya karşı savaşmak istemedi, ● Bilinçli olarak savaşta geri durdu, ● Hatta bazıları fırsat buldukça teslim oldu. Osmanlı subaylarının hatıratlarında, özellikle Hintli Müslüman askerlerin vicdan azabı ve ikilemleriyle kıvrandığı, ama korkudan itaat etmek zorunda kaldıkları anlatılır. İsyan ve Direniş Girişimleri Kuşatma sırasında bazı Müslüman Hintli askerler: ● İngiliz subaylara itaatsizlik etti, ● Esir düşmeyi bilerek tercih etti, ● Bazıları Türk askerleriyle konuşma fırsatı bulduklarında dua istedi. Bazı birlikler arasında isyan girişimleri olduğu, ancak sert disiplinle bastırıldığı İngiliz belgelerinde bile yer almaktadır. Savaş Sonrası: Sadakatin Cezası İngiltere, savaş sonrası Hintli askerlerin tavırlarını dikkatle inceledi. ● Direniş gösteren, itaatsizlik yapan birçok Müslüman asker görevden uzaklaştırıldı, ● Bazıları askeri mahkemelerde yargılandı, ● Önemli kısmı emekli edilmeden, sessizce yok sayıldı. Yani İngiltere, hem sadakatsiz olanı, hem sadık kalanları cezalandırdı. Çünkü onun gözünde Müslüman asker, yalnızca geçici bir kalkan, kalıcı bir köleydi. Sonuç: Vicdanın ve İmanın Savaşı Kutü’l-Amâre’de savaşan Hintli Müslüman askerler, vicdanlarının sesini bastırmaya çalışan birer kurbandı. Osmanlı Halifesi’ne karşı savaşmaya zorlanmak, onların içinde derin yaralar bıraktı. Ama Türk askeri, bunu gördü, anladı ve hatta bazılarına esaret sırasında kardeş muamelesi yaptı. Bu savaşta silahlar çarpıştı, ama aynı zamanda imanla emperyal akıl da hesaplaştı. Kazanan: Vicdan, iman ve töre oldu. 8. Kürt Aşiretleri: Tarihsel İhanetler ve Günümüzdeki Durumları Tarihsel İhanetler Kürt aşiretleri, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve sonrasında çeşitli dönemlerde merkezi otoriteye karşı isyanlar ve ihanetlerle anılmıştır. Bu ihanetlerin bazıları şunlardır: ● Şeyh Ubeydullah İsyanı (1880): Osmanlı ve İran topraklarında bağımsız bir Kürdistan kurma amacıyla başlatılan isyan, merkezi otoriteye karşı ilk büyük Kürt ayaklanmasıdır. ● Şeyh Said İsyanı (1925): Cumhuriyet döneminin ilk büyük isyanı olup, dini ve etnik unsurların birleşimiyle gerçekleşmiştir. ● Ağrı İsyanı (1930): Ağrı Dağı çevresinde gerçekleşen bu isyan, merkezi otoriteye karşı silahlı direnişin bir diğer örneğidir. ● Dersim İsyanı (1937-1938): Tunceli bölgesinde meydana gelen bu isyan, devletin asimilasyon politikalarına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. ● PKK Terör Örgütü (1984-günümüz): Kürtçülük ideolojisiyle hareket eden bu örgüt, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde terör eylemleri gerçekleştirmiştir. İngiliz ve Ruslarla Yapılan İşbirlikleri Kürt aşiretleri, tarih boyunca çeşitli dış güçlerle işbirliği yaparak Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı hareket etmişlerdir. Bu işbirliklerinin başlıca nedenleri arasında bağımsızlık arzusu, merkezi otoriteye karşı duyulan güvensizlik ve dış güçlerin vaatleri bulunmaktadır. ● I. Dünya Savaşı Dönemi: Kürt aşiretleri, İngiliz ve Ruslarla işbirliği yaparak Osmanlı ordusuna karşı savaşmışlardır. Örneğin, Haydaranlı Aşireti reisi Kör Hüseyin Paşa, Ruslarla temas kurarak onların safına geçmeyi önermiştir. Ayrıca, Eyyup Paşa’nın oğulları Resul Bey ve Halid Bey, Osmanlı saflarını terk ederek Ruslara katılmışlardır. ● İngilizlerle İşbirliği: İngilizler, Kürt aşiretlerini Osmanlı’ya karşı kışkırtarak, özellikle tüfek ve cephane vaatleriyle onları kendi saflarına çekmişlerdir. Bu işbirlikleri, Osmanlı ordusunun zayıflatılmasına ve Kürtlerin bağımsızlık hayallerine hizmet etmiştir. Günümüzdeki Durumları Günümüzde, bu aşiretlerin birçoğu varlıklarını sürdürmektedir. Bazıları isim değişikliğine gitmiş, bazıları ise farklı bölgelerde yaşamlarını devam ettirmektedir. İşte bazı örnekler: ● Haydaranlı Aşireti: Van ve çevresinde yaşamaktadır. Nüfusu yaklaşık 40.000 civarındadır. ● Şemdinanlı Aşireti: Hakkâri ve çevresinde bulunmaktadır. Nüfusu yaklaşık 25.000’dir. ● Jirki Aşireti: Şırnak ve Hakkâri bölgelerinde etkindir. Nüfusu yaklaşık 80.000’dir. ● Herki Aşireti: Hakkâri kırsalı ve Irak Kürdistanı’nda yaşamaktadır. Nüfusu yaklaşık 60.000’dir. ● Berzenci Aşireti: Irak’ın Süleymaniye bölgesinde bulunmaktadır. Nüfusu yaklaşık 50.000’dir. ● Mukriyan Kürtleri: İran’ın Batı Azerbaycan bölgesinde, özellikle Mahabad ve Urmiye çevresinde yaşamaktadır. Nüfusu yaklaşık 150.000’dir. ● Doski Aşireti: Hakkâri merkezinde bulunmaktadır. Nüfusu yaklaşık 10.000’dir. ● Zilkanlı Aşireti: Musul ve çevresinde yaşamaktadır. Nüfusu yaklaşık 20.000’dir. Bu aşiretlerin bazıları, geçmişteki ihanetlerinden dolayı tarihsel olarak eleştirilmiş ve bu durum, günümüzdeki sosyal ve siyasi ilişkilerini etkilemiştir. 9. Kut’taki Halkın Durumu: İnsani Merhamet ve İlahi Asalet Kasaba Halkının Çektiği Sıkıntılar Kut kasabası, savaş öncesinde Mezopotamya’nın sakin bir yerleşim yeriydi. Ancak General Townshend’in burayı savunma merkezi olarak seçmesiyle, kasabanın kaderi değişti. İngiliz birliklerinin kasabaya yığılması, beraberinde ciddi sıkıntıları da getirdi: ● Gıda ve temiz su sıkıntısı baş gösterdi. ● Hastalıklar hızla yayıldı. ● Sivil halk açlıkla, salgınla, bombardıman korkusuyla baş başa bırakıldı. İngiliz ordusu, yerel halkın mallarına el koydu; köyleri askeri amaçlarla kullandı. Kasabanın yerlileri, hem İngilizler tarafından istismar edildi, hem de savaşın acımasız yükünü taşıdı. Osmanlı’nın Yardım ve Merhamet Politikası Kuşatma sırasında Halil Paşa, yalnızca askeri başarıyı değil; töreyi ve insanlığı da göz önünde bulundurdu. ● Kasaba halkına yönelik Osmanlı birlikleri, doğrudan saldırı yapmaktan kaçındı. ● Sivil tahliyesine olanak tanındı. ● Askerî stratejiden çok merhametli muamele esas alındı. Bu tutum, Türk askerinin taşıdığı ahlaki yükün ve imanla beslenen savaş anlayışının bir göstergesiydi. Türk Askeri: Allah’ın Ordusu, Töre’nin Nöbetçisi Kutü’l-Amâre yalnızca bir zafer değil; Türk milletinin Allah’a olan bağlılığının savaş alanına yansımasıydı. Adanalı iş insanı ve Türk milliyetçisi İbrahim Murat Gündüz’ün sıkça söylediği gibi: “Biz Türkler, Allah’ın ordusuyuz. Nerede zulüm varsa, adaletle karşı durmak bizim töremizdir.” Bu anlayışla hareket eden Halil Paşa ve Türk askerleri, savaşırken bile merhameti unutmamış, sivili korumayı, düşmanı bile insan yerine koymayı imanının ve töresinin gereği bilmiştir. İlahi Adaletin Sahaya Yansıması Türk ordusu için Kut’ta verilen mücadele, yalnızca bir askeri çarpışma değildi; Bu, adaletle zulmün, imanla küfrün, merhametle emperyalizmin karşılaşmasıydı. İngilizler zafer için geldi, açlık ve utançla geri döndü. Türkler ise şehadeti göze aldı, onurla ve zaferle tarihe geçti. Ve bir kez daha görüldü ki; Türk askeri yalnızca silah taşımaz, dua da taşır. Yalnızca vuruşmaz, şefkat de gösterir. Çünkü Türk askeri, Allah’ın ordusudur. 10. General Townshend’in Esareti ve Sonrası: Şerefle Esir Eden, Onursuzca Yargılayan Kut’tan İstanbul Boğazı’na: Mahcubiyetin Taşındığı Yol 29 Nisan 1916 sabahı, General Charles Townshend, İngiliz tümeniyle birlikte Kut’ta Osmanlı ordusuna teslim oldu. Bu teslimiyet, sadece bir askeri çöküş değil; emperyal kibirin yere çalınmasıydı. Halil Kut Paşa, zaferin ardından bir Türk’e yaraşır biçimde davrandı: ● Townshend’e hakaret etmedi, ● Onu aşağılamadı, ● Aksine, ona karşı Türk töresinin misafir anlayışıyla davrandı. Townshend, önce Bağdat’a, ardından Halil Paşa’nın telgrafıyla İstanbul’a götürüldü. Ve burada, o güne dek hiçbir İngiliz generalin görmediği büyük bir vakarla karşılandı. Boğaz’da Bir Yalıda Geçen Günler General Townshend, İstanbul Boğazı’nda bir yalıda, adeta misafir gibi ağırlandı. ● Kendisinin ifade ettiği üzere: “Bana esir gibi değil, konuk gibi davranıyorlardı.” ● Günlerini kitap okuyarak, yürüyüş yaparak ve İstanbul manzarasını izleyerek geçirdi. ● Osmanlı subayları ona karşı saygılı, kibar ve ölçülüydü. ● Yemekleri özenle hazırlanıyor, ihtiyaçları karşılanıyor, huzuru bozulmadan yaşamasına olanak tanınıyordu. Bu manzara, Türk milletinin yüksek ahlakını, düşmanına bile merhametle yaklaşan töresini bir kez daha gösterdi. Türk’ün Merhameti, İngiliz’in Kinle Beslenmiş Ahlaksızlığına Karşı Townshend’in İstanbul’daki esareti, kendi ülkesinde bambaşka yankı buldu. İngiltere’de gazete manşetleri öfke doluydu: ● “Türk yalılarında sefahat süren general”, ● “Esareti zevke çevirdi!”, ● “Şeref değil, rezalet içinde yaşıyor!” Oysa gerçek şu ki; Townshend’e esaret değil, Türk ahlakı öğretiliyordu. Onur, haysiyet, düşmanlıkta bile ölçü, savaşta bile asalet... Ama bu İngilizlerin anlamayacağı bir dildi. İngiltere’de Hain, Türkiye’de Misafir Townshend, İngiltere’ye döndüğünde ağır eleştirilerle karşılandı. ● Parlamento onu sorguladı. ● Savaş Bakanlığı görev almasını yasakladı. ● Kamuoyu, onu “Kut utancının mimarı” ilan etti. O ise hatıratında Osmanlı’dan şöyle bahsetti: “Türkler, bana kendi generalime göstereceğim saygıyı gösterdiler. Bir gün İngiltere de böyle bir asil orduya sahip olursa, şükretmelidir.” Ama İngilizler için bu sözler ihanetti. Onun şerefini, Osmanlı’nın gösterdiği vakar değil; İngiliz kibri ve hıncı belirliyordu. Sonuç: Şerefli Esir Eden Türk, Onursuz Mahkûm Eden İngiliz Türk töresi der ki: “Düşmanına bile yiğitlik yaraşır. Zaferin hakkı merhametle verilir.” İşte Halil Kut Paşa ve Osmanlı askeri, bu sözü yaşattı. Kut’ta düşmanı esir aldı, ama onurunu ayaklar altına almadı. Çünkü Türk ordusu, yalnızca zaferi değil; ahlakı da taşıyan bir ordudur. Ve İbrahim Murat Gündüz’ün sıkça dile getirdiği gibi: “Biz Türkler, Allah’ın ordusuyuz. Savaşırız, kazanırız ama şerefli davranırız. Bu bizim imanımızdandır.” 11. İngiliz Askerlerinin Durumu: Açlık, Hastalık ve Umutsuzluk Açlık ve Çürüme: 13.000 Askerin Sessiz Çığlığı Kut kasabasında 147 gün boyunca süren kuşatma, İngiliz askerleri için tam bir cehenneme dönüştü. General Townshend’in birlikleri, erzak ve ilaç sıkıntısıyla kıvrandı. İlk haftalarda alınan gıda ve cephane stokları hızla tükendi. Ardından: ● Günlük ekmek miktarı 50 grama kadar düştü, ● Katır ve at eti yemek zorunda kaldılar, ● Hatta bazı raporlara göre deri kemirmek ve fare yemek gibi utanç verici vakalar yaşandı. Askerlerin morali, cephesi kadar hızlı çöktü. Birçok asker ishal, tifüs, sıtma ve açlık krizlerinden hayatını kaybetti.